küçükken ben de futbol oynardım. maçlardan önce kendimize en sevdiğimiz futbolculardan isimler takardık. ben mesela hierro olurdum, ispanyol. veya jose mari bakero olurdum. nerden geldiyse bu ispanya sevdası. latin futbolunun avrupadaki temsilcisi olduğundan her halde. fenerli bi arkadaş vardı bizim. o da her seferinde "kalede enginim, defansta höngüm" derdi. höngüm derken jes högh'ten bahsettiğine şüphe yok.

defansta şuyum, kalede buyum, forvette buyum şeklinde en baştan her mevkide oynayabileceğine dair sinyaller veren bu arkadaşımı hatırladıkça benim de aklıma "yazarlardan salinger'im, yönetmenlerden wes anderson'um, şarkıcılardan morrissey'im, şairlerden nazım" demek geliyor.

wes anderson denilen bu adamı farklı yapan şey sinematik esinlenmesini bir başka yönetmenden değil, bir yazardan alması. kimmiş bu yazar diye soracak olursanız, "çarşı ulan" efektini kopipeystleyerek "salinger ulan" derim.

şimdi taleplerim şunlar:

1) salinger çavdar tarlasında çocuklar'ın filminin çekilmesine izin verecek.
2) bu filmi wes anderson çekecek.
3) çatıya helikopter.

bunlar olmazsa vay halinize. ama derseniz ki salinger öldü. nasıl izin alalım. o sizin haylaz sorununuz.

ha, zaten yönetmenin bottle rocket filminde ufak bi holden - phoebe anına tanık oluyoruz. kaldı ki, royal tenenbaums baştan aşağıya bir glass ailesi kopyası. bunlar yetmiyor. biz çavdar tarlasında çocukları görmek istiyoruz wes andersonun kadrajından. veya seymour'un o şaşaadan uzak düğününü. bayan fedder denecek o elitist sanat düşkünü lanet karıyı görmek istiyoruz mesela. boo boo'yu oğlunu tekneden çıkmaya ikna edişini bile izlesek yeter.

yıllar yıllar önce bir arkadaşım (arkadaş kelimesi en uygunu sanırım) royal tenenbaums'u izlerken araya girip, "kapat onu kapat" demiştim. "hiçbişey anlamayacaksın bu filmden. al bunu oku önce (kitaba zoom: franny and zooey). öyle izle bu filmi. kitabı okumadan bi şey anlamazsın. inan bana. güven bana."

gerçekten böyle düşünüyorum.

bir de life aquatic with steve zissou var. özellikle staralfur gibi bir işitsel şaheser ile birleşip tek vücut olduğu sahnede bir iki damla da olsa gözyaşımızı içimize içimize akıttık. bunu başarabilen yönetmen çok azdır. belirteyim. ben bu adamın elini öperim kısaca.

wes anderson'un anlatımının tavan yaptığı sahne ise the darjeeling limited'te karşımızıa çıkıyor. bir trenin, bildiğin vagon vagon tren bu, yolunu kaybetmesi nedir arkadaş? ters giden bir şeyi daha ne kadar güzel anlatabilir ki bir insan evladı.

wes anderson en çok da şunu hatırlatıyor bana. ben bir kızı sevdim ve arkadaşlarım onun gerçek bir deli olduğunu söylediler. istisnasız hepsi dedi bunu. ama ben her bir insanın şu hayatın üstesinden gelebilmesi için çeşitli yollar icat ettiğini düşünmüşümdür. o kız da hayatı kaldırabilmek için tuhaf tuhaf düşünceler, ritüeller ve amaçlar seçmiş olabilir kendine. bu sadece diğerlerine tuhaf gelir aslında. wes anderson karakterleri de hep kendine tuhaf yollar seçmiş karakterler. o kadar normal insanlar ki, anlatılamaz. ama wes anderson anlatabiliyor işte.

yönetmenin futura fontuna karşı bağlılığını da es geçmeyelim. futura fontunu sevelim. yazılarımızı onunla yazalım. hatta mümkünse, laneth'in fontu da futura olsun, wes anderson buna çok bayılır.